TRABZON – Rock müzik, ruhundaki özgürlükçü düşünce, düzen karşıtlığı ile bilinse de günümüzdeki temsilcilerinin büyük oranda piyasa şartlarında hareket ettiği ve üretim yaptığını söylemek mümkün. Latin Amerika’da kendi tabiriyle ‘konar göçer’ yaşayan Ali Deniz Özkan ise tam olarak rock müziğin ruhunu yansıtan bir hayat sürüyor.
Ankaralı bir ailenin çocuğu olarak İsviçre’de müziğe başlayan ve gençlik yıllarında Amerika’ya göç eden Özkan, birçok grup ve müzik projesinde yer aldı. 22 yıldır ‘Black Sea Storm’ adını verdiği tek kişilik grubuyla besteler yapıp çoğunlukla Latin Amerika ülkelerinde konserler veriyor. Müziği bir gelir kapısı olarak düşünmeyen Özkan, sadece tutkusunun peşinden gittiğini söylüyor.
Ali Deniz Özkan’ın hayatındaki bir diğer tutku ise Trabzonspor. Ankaralı olmasına, Avrupa’da büyümesine rağmen koyu bir Trabzonspor taraftarı olan Özkan, gençlik yıllarında taraftarı olduğu kulüp ile yatıp kalkıyor desek yeridir. Müzik projesinin ‘Karadeniz Fırtınası’ anlamına gelen ‘Black Sea Storm’ adını Trabzonspor’dan esinlenerek koyan Özkan, maç kaçırmıyor, yurt dışında olmasına rağmen her yıl kombine bilet alıyor. Trabzonspor’un şampiyon olduğu 2022 yılını Trabzon’a gelerek kentte geçiren Özkan, Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde de Hakkari’den Diyarbakır’a İzmir’den Artvin’e kadar il il gezerek ücretsiz konserler, dinletiler gerçekleştirdi.
Ali Deniz Özkan’la İsviçre’den Latin Amerika’ya uzanan müzik serüvenini konuştuk.
Maceralı bir hayat serüveniniz var. Bu serüveni özetler misiniz? Müzik hayatınızın ve yurt dışına çıkmanızın nasıl geliştiğini öğrenebilir miyiz?
1975 Ankara doğumluyum. 1984’te ailem ile İsviçre’ye göçtük. 1999’da tek başıma ABD’ye göçtüm ve burada 11 buçuk sene yaşadım. Sonra tekrar İsviçre’ye geri dönüp 9 yıl kaldıktan sonra 2017’de Arjantin’e göçtüm. 2018 Ağustos’a kadar Buenos Aires’te yaşadım, sonrasında konargöçer hayata geçtim. O günden beri çoğunlukla Latin Amerika’da konargöçer biçimde yaşamaktayım.
Rock müzik kariyerime 1991 senesinde ortaokul arkadaşları ile kurduğum bir grup ile başladım. 1994’te İsviçre orijinli Swoan grubuna girdim. 1999’a kadar bu grupta bas gitar çaldım. 2002 senesinde Kaliforniya orijinli Channing Cope ve Black Sea Storm gruplarını kurdum. 2010-11 senelerinde Kenseth Thibideau için sahne müzisyenliği yaptım.
Rock müziği seçme sebebinizde göçmen olmanızın bir etkisi oldu mu?
Hayattaki en eski anım üç yaşımdayken Ankara’daki evin salonunda babamla plaktan Led Zeppelin’in Black Dog parçasını dinliyorduk. O yüzden kendimi bildim bileli rock müziği seviyorum.
Rock müziği seçmemde göçmen olmamın direkt etkisi olduğunu söyleyemem. Çünkü dinleyici olarak doğuştan rock müzik fanıyım. Göçmen olmam belki bir gruba ait olma kültürümü geliştirmiş olabilir. Toplumdan dışlananlar bazen birleşebiliyorlar. Bir de İsviçre’de ilk senelerdeki entegrasyonda zorlanmam, farklı olmam, bazı hassasiyetleri ruh dünyamda ön plana çıkarmış olabilir.
Çocuk yaşta piyano dersleri almıştım. Büyük bir fiyasko ile sonuçlanmıştı. Hocalar aileme yetenekli olduğumu söylüyorlarmış ama ben nefret ediyordum piyano derslerinden. Evde rock müzik dinlerken gidip piyanoda çocuk şarkıları öğrenmek absürt bir durumdu ama işte o zamanlarda daha tam kavrayamamıştım hangi sesin hangi enstrümandan çıktığını. Piyano benim için çok yanlış bir seçimdi. Ama pozitif yönden bakarsak olaya, belki genç yaşta yaşadığım bu yenilgi ilerleyen zamanlarda beni daha da rock müzik yapmaya motive etti.
‘TUTKULU OLDUĞUM İŞİ YAPMAK MANTIKLI GELDİ’
Aileniz müzik hayatınızı destekledi mi?
Evet, ailem bana imkan anlamında çok destek oldu. Manevi anlamda daha çok burun büküyorlardı diyebilirim. Ne bende ne de rock müzikte fazla bir gelecek görmüyorlardı sanırım. Ta ki Swoan ile çalmaya başladık. Babam şehir içindeki hemen hemen her konserimize geliyordu. Sanırım grubu seviyordu. Sırf oğlunu sahnede görmek için gelmiyordu konserlere.
Ailemden yana şansım, beni hep özgür bıraktılar. Başka Türk aileleri gibi yasak kültüründen uzak insanlar olmaları avantaj oldu benim için. İsviçreli yaşıtlarımdan bile daha özgürdüm. Ne istiyorsam onu yapıyordum. 8 yaşımdan itibaren şehre tek başıma iniyordum.
Kariyer yönlendirme anlamında benimkiler de biraz klasik Türk ailelerine benziyorlardı. ‘Oku, adam ol’ türü ezberler. 18 yaşında rock müzikte şansını denemeyeceksin de ne zaman deneyeceksin? Gidip lisede, bana gerçek hayatta hiçbir şeye yaramayacak bilgi ve ideolojileri kafama zorla sokacağıma tutkulu olduğum bir şeyi yapmak daha mantıklı gelmişti o zaman. Şimdi de öyle düşünüyorum.
Avrupa’daki Türk veliler beyin formatlarını Türkiye gibi, batıdan farklı olan bir ülkede aldıkları için, ne kadar aydın, okumuş olsalar da bazı ezberlerden kurtulamıyorlar ne yazık ki. Bu da Paris haritasıyla New York’u gezmeye benziyor diye düşünüyorum.
Ankaralı ve İsviçre’de büyümüş biri olarak Trabzonspor tutkunuz nasıl oluştu?
Avrupa’da uydu yayınları ve Swoan’a girmem aşağı yukarı ile eş zamanlı oldu. İlk olarak Trabzonspor’a sempati duyuyordum. Sonra Swoan ile bir parçamızın adını Trabzonspor koyduk. Bir plak şirketi bu parça için 45’lik çıkardı. Parça nam salmaya, grup da büyümeye başladı. Öyle bir noktaya geldi ki durum, benim bunun arkasında durmam gerektiğini düşündüm.
Sadece laf olsun diye parçaya bu ismi verdik gibi olmasını istemedim ve Trabzonsporlu oldum diyebilirim. Biz zaten dünyaya indie rockçı gözü ile bakıyorduk. Farklı olmaktan, ana akım olmamaktan gurur duyuyorduk. Trabzonspor bu kafadaki insanlar için tam tutulacak takımdı. Renkleri ise dünyanın en muhteşem renk kombinasyonu.
Trabzonspor şarkı ismi o dönemki en güçlü parçamıza denk geldi. Hele canlı konserlerde dinleyicilerden çok iyi geri dönüş alıyorduk. Herkes bize parçanın adını soruyordu. Bazı kişiler futbol kulübünü tanıyorlardı, bazıları ise parçanın sayesinde ilk kez duyuyorlardı. Fransa’da bir banliyö muhitinde verdiğimiz konserde gitaristimiz Alex Müller, Trabzonspor forması giymişti. Konserden önce bir şeyler almaya dışarı çıkmış, mahallede yürürken üzerinde forma ile camdan pencereden millet ona “Trabzon! Trabzon!” diye sesleniyormuş. Baya şaşırmıştı.
‘TRABZONSPOR PARÇASI İLE SWOAN BÜYÜDÜ’
Cenevre’de verdiğimiz bir konserden sonra Noise Product adlı bir plak şirketi bize 45’lik çıkartma teklifinde bulundu. Konserlerimize gelen çoğu insan gibi onlarda Trabzonspor parçasını çok beğenmişlerdi. Parçayı gidip stüdyoda kayıt ettik ve çıkacak 45’liğin A yüzüne koymaya karar verdik. Tesadüfen, plağın çıkış konserinden bir hafta önce, bizim plak şirketi sahipleri iki günlüğüne İstanbul’a gitmişlerdi. Kapalıçarşı’da Trabzonspor formaları görünce onlardan birkaç tane alıp bize Cenevre’ye getirmişlerdi. Biz de o formaları Trabzonspor plak çıkışı konserinde giymiştik.
45’lik çıkınca Trabzonspor parçasına ilgi giderek artmaya başladı. Bir yandan 95-96 sezonunu takip ediyordum bir yandan bu parça ile birlikte grubum büyüyordu. Tüm bu rüya gibi geçen süreç beni Trabzonsporlu yaptı diyebilirim. 95-96 sezonu sonu kaçırdığımız şampiyonlukta beni çok derinden yaralamıştı ama aynı zamanda beni tam anlamda Trabzonsporlu yaptığını düşünüyorum. O malum maçtan sonra (Trabzonspor’un 95-96 sezonunda Fenerbahçe’ye kaybederek şampiyonluğu kaçırdığı maç) daha da sıkı sarıldım Trabzonspor’a.
Peki önemli parçalara imza attığınız Swoan grubunun hikayesi nasıl gelişti ve sona erdi?
Lise grubumdan sonra Skillings adlı bir grupta çalmıştım. Sonra gitarist olarak grup bulmakta zorlanıyordum. Annemin eski rockçu bir arkadaşı bana ‘basçı olursan hiç işsiz kalmazsın’ dedi. Ben de bas dersleri almaya başladım.
Bir gün Swoan grubunun basçı aradığı ilanını gördüm. Denemeye gittim, müzikal anlamda çalmamı beğenmişlerdi sanırım. O zamanlar deli dolu oluşum, ekstra motive oluşum, mevcut elemanların gözünü korkutmuş olsa gerek. Beni gruba ilk almak istemediler. Benim gruba girmeme tek sıcak bakan Swoan’ın ilk gitaristi Vincent Stohler idi. Ben de sık sık onu telefonla arayıp kendimi zorla gruba aldırdım.
Deneme provasında yıldızımız barışmayan gurup lideri David Mamie ile birlikte çalışmaya başlar başlamaz hemen çok iyi arkadaş olduk. Müzikal ve sanatsal anlamda çok iyi anlaşıyorduk. Sonra uzun yıllar yediğimiz içtiğimiz bir oldu David ile. Ben ilk gruba girdiğimde tüm şarkıları David yazıyordu. Benim üretken olduğumu görünce, bas olayını tamamen bana bıraktı. Gece gündüz birlikte takılıyorduk. Kısa sürede kardeş gibi olduk.
‘SWOAN’IN HİKAYESİ 95-96 SEZONUNUN HİKAYESİNİ ANIMSATIYOR’
Vincent gruptan ayrıldıktan sonra Alex Müller’i gruba aldık. Grup baya iyi ilerliyordu. Bize Trabzonspor 45’liğini çıkaran plak evi albüm teklifinde bulundu ve In Love albümünü çıkardık.
Mogwai, Royal Trux, Drogstore, The Godfaathers, dEUS, gibi ünlü grupların ön konserlerini yaptık. Bir keresinde Fransa’da Manu Chao’nun eski grubu Mano Negra’nın elemanlarının kurduğu Marousse adlı bir grubun ön konserini yaptık. Bir süre sonra plak evimiz bizi ülke dışına pazarlamak istiyordu. Sene 98, ve grubunuz gelecek vaadediyor. Her şey çok iyi giderken ani bir şekilde grup dağıldı. Swoan’ın hikayesi bana biraz Trabzonspor’un 95-96 sezonunun hikayesini anımsatıyor. Her şey mükemmel giderken film birden kopuverdi.
Trabzonspor sevginizi müziğinize her dönemde işlediniz. Öyle ki müzisyen ismi olarak da şu anda Karadeniz Fırtınası anlamına gelen ‘Black Sea Storm’ ismini kullanıyorsunuz. Futbol ve rock müzik arasında ortak yönler görüyor musunuz?
Swoan’ın Trabzonspor parçası ile Trabzonspor rock kariyerime girdi ve ondan sonra hep yarı gizli bir motif olarak her müzikal çalışmamda bir şekilde yer aldı. Kulüp ismi üzerinden prim yapmamaya özen göstererek, gönül verdiğim takıma bir saygı duruşu, bir göz kırpma, ve rengimi bu şekilde belli edip aşkımı ilan etmekten ibaret bir durum. “Channing Cope” ile verdiğim tüm konserlerde Trabzonspor atkısı vardı amfimin üzerinde. Bas gitarımın ve amfimin alt hoparlörünün üzerinde Trabzonspor logosu vardı ve bazı konserlere forma ile çıkıyordum.
Rock-müzik ve futbol arasında çok ortak yan olduğunu düşünüyorum. Birincisi mevki kavramı. Davulcu: kaleci, bas gitar; defans, gitarlar: orta saha, vokalleri ise forvet olarak görmüşümdür hep.
‘FUTBOLDA SEYİRCİ NE İSE KONSERDE DİNLEYİCİ ODUR’
İyi bir grup olmak ile iyi bir futbol takımı olma arasında da ortak yönler var. En iyi müzisyenleri bir araya toplayınca her seferinde en iyi gurup ortaya çıkmıyor. Takım olma gibi, grup olma da çok çalışmaktan, birlikte çalmaktan, birbirini tanımaktan, aynı vizyonu paylaşmaktan geçiyor. Futboldaki gibi rock müzikte de hatlar arasındaki bağlantı çok önemli. Davul ve bas, bas ve gitarlar, gitarlar ve vokaller arasındaki uyum bir gurubun başarısında belirleyici faktörlerden.
Seyirci unsurunda da benzerlikler mevcut. Siz kötü çalarsanız seyirci unsuru psikolojik manada sizin performansınızı düşürebilir. İyi çalarsanız, sizi daha yukarlara taşıyıp size daha iyi çalmanızı sağlayabilir. Tıpkı Futboldaki seyircisiz maçlar gibi, benim için en zor konserler çok az sayıda dinleyicinin geldiği konserler olmuştur hep. Konsantrasyonu yakalamak daha zor olabiliyor bu tür durumlarda.
Swoan’ın dağılmasının ardından Amerika ve Latin Amerika deneyimleri nasıl geçti?
Swoan’ın dağıldığında bunu o zaman hayatımın en büyük dramı olarak algılamıştım. Meğerse başıma gelen en pozitif şeymiş. Swoan dağılır dağılmaz 99’un eylül ayında basımı sırtıma aldım ve ABD’ye göçtüm.
ABD maceram film ötesi bir deneyim oldu benim için. Sanki bunca yıl İsviçre’de ayaklarımda ağırlıklar ile yürümüşüm. Kaliforniya’ya gelince resmen uçuşa geçtim. 2001’de Kaliforniya eyaletinin San Diego şehrinde de ‘Bosom of the Urgent West’ adlı bir grupta çalmaya başladım. 2002 senesinde ‘Channing Cope’ grubunu kurduk. 3 albüm çıkardık, 200’den fazla konser verdik 10’a yakın da turne yaptık. Buna ek olarak 2002 senesinde, tek başıma ‘Black Sea Storm’ projesine başladım.
Swoan için liseyi terk etmiştim, ailemden laf yemiştim. Amerika’da bir haftada liseyi bitirdim. Sonra üç sene San Diego City College’de okudum. Sınıfımın hep en iyi öğrencileri arasındaydım ve bu bana UCSD’ye (San Diego Kaliforniya Üniversitesi’ne) transfer olmamı sağladı. Üç sene de UCSD’de okuyup mezun oldum.
‘İSVİÇRE’YE GERİ DÖNMEK EN KÖTÜ KARARIMDI’
2011’de ABD’den ayrıldım. Hâlâ hayatta verdiğim en kötü karar olarak görüyorum Amerika’dan ayrılmayı. İsviçre’ye geri döndüm. Hemen yazılım sektörüne iyi bir iş buldum. Sonra terfiye oldum, yönetici olarak çalışıyordum. Beş sene bu start-up şirketinde çalıştıktan sonra. Şirket kapanma noktasına geldi ve ben işimi kaybettim. Bir sene kadar iş aradım İsviçre’de. Yönetici pozisyonunda iş bulmak daha uzun vakit aldığından benzer bir iş bulmakta zorlandım. Zaten İsviçre’de işler iyi giderken bile mutlu değildim. Hep San Diego’yu özlüyordum.
Bir süredir Latin Amerika’ya göçme planımı hazırlıyordum. İzinlerde iki kere Arjantin’e gidip keşif ve araştırma yapmıştım. Oraya göçüp bir kafe açma projem vardı. İsviçre’de gece derslerine gidip lokantacılık sertifikası aldım. 2017’nin Ocak ayında temelli bir şekilde Arjantin’e göçtüm.
Müzik için yanımda bas gitarım ve ileride stüdyo kurmak bir yığın kablo getirmiştim. Altı ay bas gitarı kuru kuru amfisiz çaldım. Daha fazla dayanamadım ve doğum günümde gidip bir elektrik gitar, ses kartı aldım ve Black Sea Storm ile tekliler çıkarmaya başladım. İkinci çıkardığım tekli ‘Baharlarda’ parçasıydı. Bu beste çıktıktan bir buçuk sene sonra platformlarda baya ilgi görmeye başladı ve Black Sea Storm’un en dinlenilen parçası konumuna geldi.
‘ARJANTİN’DE KAFE AÇACAKKEN KONAR GÖÇER HAYATA GEÇTİM’
Arjantin’de ilk altı ay kafe projesine odaklanmıştım. Dükkan kiralama aşamasına gelince U dönüşü yaptım ve kafe açma fikrinden vaz geçtim. Yazılım şirketleri için evden yaptığım bir iş buldum. Oturma izni alabilmek için özel bir üniversiteye yazılmıştım. Gastronomi okuyordum. Okul ücretleri iki katına çıkınca bırakmak durumunda kaldım. Okulu bırakınca oturma iznimi yenileyemedim Arjantin’de.
Çözümü üç ayda bir turist vizemi yenilemek için Uruguay’a gidip gelmekte buldum. Bu durum biraz zor olsa da seyahat etmek hoşuma gitmeye başlamıştı. İş anlamında bağlı olduğum ofis Buenos Aires’te değildi, bir süre sonra Arjantin’de olmadan da yaşayabileceğimin farkına vardım. Elektrik gitarım, basım ve ağır eşyaları depoya koyup konargöçer hayata başladım. Bu konargöçer hayatımın adını tıpkı Black Sea Storm ile çıkardığım bir parça gibi “Sonsuz Yaz” koydum. Amacım devamlı kuzey ve güney yarım küresi arasında gidip gelerek sürekli ilk bahar ve yaz mevsimlerinde yaşamaktı.
Mevcut Black Sea Storm parçalarını akustik gitara uyarladım ve sokak müzisyenliği ardındanda tek başıma konserler vermeye başladım. 8, 9 ay boyunca akustik gitarla turne halinde yaşayıp 2, 3 ay Buenos Aires’e dönüp elektrik gitar ve basımla kayıtlar yapıyordum.
2020’nin başına kadar her şey tam istediğim gibi gidiyordu. Ülkeden ülkeye gidip konserler veriyordum, arada Arjantin’e uğrayıp kayıtlar gerçekleştiriyordum. Mart 2020’de Buenos Aires’te üç ay kayıt yaptıktan sonra eşyaları depoya koydum ve gemi ile Uruguay’a geçtim. Amacım Uruguay’dan sonra Paraguay, Bolivya diye başlayıp Meksika’ya kadar turne yaparak devam etmekti. 2020’de Montevideo’ya geçtim Buenos Aires’ten. 13 Mart günü pandemiden dolayı sınırlar kapandı ve altı ay Uruguay’da kalmak durumda kaldım. Güney yarım kürede sonsuz yaz, sonsuz kışa dönüşmüştü benim için. Eylül 2020’de Uruguay’dan Meksika’ya geçtim ve konargöçer hayata bıraktığım yerden devam ettim.
‘ŞAMPİYONLUĞA İNANARAK TÜRKİYE’YE GELDİM’
Türkiye’ye en son ne zaman geldiniz?
2022’de Trabzonspor dergisine yaptığım röportajda bana kulüp ile şahsi hayalimin ne olduğunu sormuşlardı. Ben de şampiyonluk gecesi Trabzon’da bulunmak istediğimi ve bir sene kombine bilet alıp takımın tüm maçlarına gitmek ve maç olmayan günlerde Black Sea Storm ile Türkiye turnesi yapmak olduğunu söylemiştim.
O yıl Meksika’daydım. Mazatlan’da sahilde yürürken sordum kendime; neden bu dediklerin hayal olarak kalsın ki diye? Takımın şampiyon olacağına inancım sonsuzdu. Türkiye dönüp hayallerimi gerçekleştirmeye karar verdim.
Her şey hayallerimin ötesinde gelişti. Takım şampiyon oldu. Akyazı’da tribündeydim şampiyonluk anında. Black Sea Storm ile 21 konser verdik Türkiye’de. Turnenin Karadeniz ayağı da şampiyonluğa denk geldi. 2002 senesinde San Diego’da kurduğum, Karadeniz Fırtınası anlamına gelen Black Sea Storm grubum. Bunca ülkede bulunup konserler verdikten sonra kendimi şampiyonluk gecesi Trabzon’da buluverdim. Benim için daha anlamlı bir şey olamazdı. Ben bu tür anlar, hayata bu tür anlamlar vermek için yaşıyorum.
Şampiyonluk sürecinde kentte ve maçlarda neler yaşadın. Şampiyonluk anında neler hissettin?
Black Sea Storm Turnesi’nin Karadeniz ayağı ramazana bir gün kala Rize’de son buldu. Ertesi gün Trabzon’a geçtim. Evde oynayacağımız Beşiktaş maçı için biletim vardı. Şampiyonluğa kadar şehirde kalmayı planlıyordum. Birden takım beraberlikleri sıralamaya başladı ve ben ilk turne için geldiğim Trabzon’da toplam 40 gün kaldım. Tüm ramazan ayını şehirde geçirdim. Sadece bir konser için İstanbul’a gidip geldim. Ramazan ayının son günlerinde mutlu sona Antalya maçında ulaştık ve ben stadyumdaydım.
Şampiyonluk anında ne hissettiğime gelince. Büyük bir duygu boşalması yaşadım, ağladım. Gözümün önünden 90’lardan beri bu sonuç için ter döken eski oyuncular, teknik direktörler, yönetimler bir film şeridi gibi geçtiler. Bu şampiyonluk sadece mevcut kadronun değil. Emek vermiş, hakkı yenmiş, canını vermiş tüm Trabzonspor aktörlerinin şampiyonluğuydu.
Öyle aman aman hoplayıp zıplayacak kadar kutlama modunda değildim. Daha çok sonunda hak yerini buldu düşüncesi hakimdi kafamda. Hem rakipleri, hem de çarpık futbol sistemini yenmeyi başardık diye düşündüm o an. Şampiyonluktan iki gün sonra şehirden ayrıldım. Trabzon’da geçirdiğim bu 40 günü asla unutmayacağım.
Türkiye’nin her bölgesinde müzik yaptın. İstanbul’da, İzmir’de, Trabzon’da Edirne’de, Konya’da, Eskişehir’de Diyarbakır’da Urfa’da ve birçok il daha… En çok etkilendiğin yerler nereler oldu?
Doğa ve insanların cana yakınlığı, temiz kalpli oluşları açısından Hakkari Yüksekova ve Şemdinli çok etkiledi beni. Van’ın bu kadar modern bir şehir olabileceğini düşünmüyordum. Diyarbakır Sur’daki yüksek kültürel seviye ve dışarıya özenmeden kendi kültürlerini üst seviyeye taşıma gayretleri etkiledi beni. Mardin’in konumu ve mimarisi beni büyüledi. Konya ve Kayseri’de huzur buldum, güzel yemekler yedim. Hatay’ın sosyal anlamda bu kadar modern olacağını beklemiyordum.
Artvin, Rize, Trabzon konserleri kafama bir şekilde yüklenen Karadeniz ezberlerinin çoğunu yıktı. Trabzon, Türkiye’de kendimi en çok evimde hissettiğim şehir diyebilirim. Datça’nın sakinliği, güzel havası çok iyi geldi. Edirne çok keyifliydi. Sanırım en çok İstanbul beni zorladı. Orada da fırsat buldukça adalara gidip kafamı dinliyordum.
Türkiye’de insanların rock müziğe bakışını nasıl buldun?
Herhangi bir küresel müzik platformunu açarsanız bir sürü Türkiye orijinli iyi rock grupları çıkıyor karşınıza. Vitrin aslında hiçte fena sayılmaz. Fiziken Türkiye’ye geldiğimde bu gruplar ve sanatçıların çoğunun pek aktif olmadıklarını gözlemledim. Bazı çok iyi gruplar senede bir iki konser veriyorlar. Grup olmak demek devamlı aktif olmak demek bence. Başarıyı yakalayamadım diye işi bırakmamak lazım. Devam ettikçe hayatasın. Zaten amaç popülerlik, ticari başarı olmamalı. Sen üstüne düşeni, inandığın müziği yap ve yaşat.
‘TÜRKİYE’DE BİR MİDYECİ YA DA SİMİTÇİNİN HİKAYELERİNİ DİNLEYEMİYORUZ’
Bence rock müzik anlamındaki ana sorun Türkiye’de, bu müziği icra edebilmeniz için burjuva yada elit kesimden gelmenizin gerekmesi. Avrupa veya Kuzey Amerika’da mekanisyen, garson, bahçıvan gibi mesleklerde çalışan rockçılardan da oluşabiliyor sahneler. Biz Türkiye’de bir midyeci ya da simitçinin hikayelerini dinleyemiyoruz. Dinleyemediğimiz gibi o sosyal tabakada bulunan hayatta kalma azmi ve mücadele ruhundan da mahrum kalıyor Türk rockı. Ne zaman ülke refaha kavuşursa o zaman rock müzik daha tabana inecektir ve apayrı bir boyut getirecektir.
Zengin ülkelerde hem daha zenginler hem de daha düşük gelirliler bu müziği icra edebiliyor. Ülkede gelir seviyesi düştükçe rock müzik elit tabaka tarafından yapılan bir müzik haline geliyor. Bir de buna Türkiye’de ithal müzik enstrümanlarının iki üç kat daha pahalı olduğunu eklersek çok dezavantajlı olduğumuzu görüyoruz.
Ülkede rock yapabilenlerin avantajı ise gelişmiş ülkelere nazaran çok daha az rekabet olması. Bir gitar alabiliyor olmanız bile ülkenin büyük bir bölümünü rekabet anlamında eliyor sizin karşınızda. Bence Türk rock müziğini en geliştirebilecek unsurun, dinleyicinin daha bilinçli, yerel orijinal müziği daha destekleyici olmasından geçtiğini düşünüyorum.
Müzikteki amacın nedir? Konar göçer yaşamını başka ülkelere de taşımayı düşünüyor musun?
Black Sea Storm projemi geliştirmek ve iyi bir Trabzonspor taraftarı olmaktan başka bir amacım yok şu anda hayatta. Belki nasip olursa iyi bir grupta bas çalmak isterim tekrardan.
Black Sea Storm projesi müziğin ötesinde bir proje. Bunun içinde hiç durmayan bir yolculuk organizasyonu var, içerik üretmek var, turne organize etmek var, yazı projeleri var, tanıtım var. Tüm bunları yaparken sağlıklı ve güçlü kalmak gerekiyor. Devamlı iklim değişikliklerine adapte olmanız gerekiyor. Uzaklarda tek başınasınız Altı senedir valiz sırt çantamın içinde, nispeten tehlikeli yerlerde yaşıyorum. Bu dışarıdan göründüğü gibi lay lay lom bir aktivite değil. Hemen hemen hemen her şeyi tek kişinin yaptığı çok kapsamlı bir proje.
‘PROJEM MÜZİSYEN İSTİSMARI ÜZERİNE KURULMUŞ PİYASAYA KARŞI BİR DURUŞ’
Bu projeyi bağımsız kalmayı sürdürerek daha üst seviyelere getirebilirsem çok mutlu olurum hayatta. Black Sea Storm benim için bir yaşam tarzı. Müzisyen istismarı üzerine kurulmuş müzik piyasasına karşı bir duruş olarak görüyorum.
Konargöçer hayatı her yerde yaşamaya hazırım ama bu gelişmiş ülkelerde şu anki maddi durumum ile mümkün değil. Nispeten ucuz ülkeler olması gerekiyor benim gideceğim ülkelerin. Bir de gittiğim yerlerdeki dili konuşabilmem önemli. Kendimi turist olarak görmüyorum. Başka yabancılar ile hemen hemen hiç takılmam. Benim için yerlilerin arasına karışmak onların yaşadıkları hayatları anlamak anlamlı geliyor.
Şu an Latin Amerika’dasınız. Hayatınız orada nasıl geçiyor?
Türkiye Turnesi için ülkeye geri dönmeden de Meksika’daydım. Tam bir sene ardından Meksika’ya geri dönmek ilaç gibi geldi bana diyebilirim. Çoğunu Türkiye’de geçirdiğim 2022 senesi belkide hayatımın en güzel en renkli senelerinden biri oldu.
Ne kadar keyif aldıysam ve ne kadar olağanüstü güzel şeyler yaşadıysam da Türkiye’de bulunduğum süre zarfında bir o kadar da yoruldum diyebilirim. Kamusal alanlarda fosur fosur sigara içilmesi, abi kültürü, kadın erkek ilişkilerinin batıdan farklı oluşu, profesyonel yaklaşım eksikliği, insanların genelde mutsuz oluşunun beni baya yorduğunu farkettim. Seyahat edip aynı yerlere geri dönmek size perspektif katıyor, kendinizi daha iyi tanımanızı sağlıyor diye düşünüyorum.
Meksika’ya döneli Sinaloa’da bir konser verdim. Bir de doğa ve şehirlerin farklı yerlerinde gitar çalıp şarkı söylerken canlı performans videoları çekmeye başladım. Amacım youtuber olmadan, bir şekilde seyahat olgusunu da müziğimle birlikte sunmak insanlara. İlaveten rock müzik hakkındaki birikimim ve düşüncelerimi aktaran konuşma videoları çekip paylaşmaya başladım.